İslâm öncesi Mekke toplum tipinin bedevi ya da hadari oluşunun tespiti, İslam’ın neşet ettiği sosyal sınıfın belirlenmesi açısından önem arzetmektedir.
Bazı kaynaklarda Mekke toplumunun bedevi niteliği yönünde yapılan genellemeler görülse de bu, bir çırpıda içinden çıkılamayacak ölçüde girift ve derinlemesine araştırılması gereken bir meseledir.
Etrafı geniş çöllerle çevrili, yıllardır hiç yağmur yüzü görmemiş, ormanı, ırmağı ve herhangi bir tarım alanı bulunmayan verimsiz Mekke’nin, hem gelişmiş bir kültürün diğer belirtilerini de gösteren büyük bir şehir olmaması sebebiyle, hem de “bedevilerin dışındaki insanlara hayat umudu” taşımadığı gerekçesiyle o dönemde bedevi bir yaşam türünün egemen olduğunu iddia edenler vardır.
Gerçekten de küçük bir yerleşim birimi olarak Mekke’nin tekdüze, durgun ve değişmeyen ürkütücü iklim ve arazi şartları, vahşi coğrafyanın tesirlerini üzerinde taşıdığı toplumsal bir hayatı akla getirmektedir. Bu sorunu, İbn Haldun ile birlikte bazı sosyologlar’ın “kent-kır” tahlillerinden yararlanmak suretiyle bir çözüme kavuşturabiliriz.
Sosyolog Louis Wirth’e göre, kentselliği, sadece şehrin fiziksel varlığı ile tanımlamaya çalıştığımız sürece yeterli bir kentsellik kavramına ulaşmaya muktedir olamayız. Çünkü bir yaşam biçimi olarak kentselliğe, birbiriyle ilişkili üç perspektiften bakılabilir:
a) Farklı dağılımları içeren demogratif-fiziksel yapı olarak;
b) Farklı kurumlara sahip toplumsal örgütlenme sistemi olarak;
c) Sosyal davranışlar, fikirler ve kişilikler kümesi olarak.
Birinci yaklaşımda kentsel nüfus birçok bakımdan farklılaşma gösterir.
Hayatın olgunluk döneminde daha fazla sayıda kişiler vardır;
daha fazla ülke dışında doğmuş çocuk,
daha fazla kadın,
daha fazla zenci (modern öncesi toplumlar için daha fazla köle),
daha az sayıda doğum vakası ve
daha yüksek bir ölüm oranı vardır.
Toplumsal bir düzen olarak kentselliğin özelliği, birincil ilişkilerin yerini ikincil ilişkilerin almasıdır.
Bununla bağlantılı olarak,
akrabalık bağları zayıflar,
mahallenin (komşuluğun) önemi azalır.
Hayatın daha güvenli ve hayat koşullarının daha lüks olduğu durumlarda, sosyal dayanışma (asabiyet) bozulmaya yüz tutar.
Fakat, yoğun işbölümünün gerçekleştiği toplumda, birey, tek başına etkisiz olduğundan ve etkinlik yalnızca gruplarda başarıldığından, gönüllü kuruluşların sayısında artış görülür.
Ve nihayet kentsel kişilik,
aşırı bireyselliğin kaçınılmaz sonucu olan “anomi” ile tanışır;
yozlaşma ve düzensizliğe paralel olarak kişilik çözülmeleri başlar;
çeşitli suç, zihinsel hastalık ve intihar oranlarında artış belirir.
Oysa hayatın daha riskli ve geçinme kaynaklarının yetersiz olduğu kırsal kesimde, bireyi kuşatıcı cemaatci temayüllerle birlikte sosyal dayanışma arttığı için, anomik durumlar pek görülmez.
Wirth’in kriterlerine göre, Mekke’nin şehirliliği tartışılmaz gibidir.
Sadece demografik yapısı bile bunun için yeterli görünmektedir.
Hz. Muhammed’in Peygamber olarak gönderildiği sırada nüfusunun tahminen 20-25 bin civarında olması, bunun için, önemli bir göstergedir.
6. asırda bu kadar bir nüfus yoğunluğu, ciddiye alınması gereken bir durumdur. Farklı ırk ve inançlara mensup insanlarla köle ve cariyelerden müteşekkil heterojen bir toplum olması;
son yıllarda kabile ve akrabalık bağlarının aşınmaya başlaması;
başka şehir ve ülkelere yapılan ticari amaçlı yolculuklarda exogam evliliklerin gerçekleştirilmesi (babası Şeybe Medine’de evlendiği için Abdulmuttalib orada dünyaya gelmişti) gibi bireysellik belirtisi tutum ve tavırlar da Wirth’in ölçüleriyle uyuşmaktadır.
Weber açısından soruna baktığımızda, bir yerleşim biriminin, tam bir şehir topluluğu olabilmesi için, başta, ticari ilişkilerin görece üstünlüğünü; bunun yanı sıra da aşağıdaki özellikleri sergilemesi gerekmektedir:
1. Kale,
2. Pazar,
3. Kendine ait bir mahkemesi veya hiç değilse kısmen özerk bir hukuk,
4. İlgili bir öbek şekli,
5. En azından kısmi özerklik ve seçime dayalı kendi kendine yönetim.
Weber, “kentsel topluluk birliğinin doğuşu öncesindeki dönemin tipik örneği olarak alınabilir” diyerek ihtirazi kayıt (rezerv) koyduğu Mekke’nin Hz. Muhammed zamanındaki şehirli niteliğini zorlanarak kabullenmiş görünür.
O, kentsel gelişmenin gerçek örneklerine rastlanılan Akdeniz kıyılarında ve Fırat havzasındaki şehirler gibi “aristokratik” bir yönetime sahip olan Mekke’lilerin şehirdeki ekonomik fırsatlardan yararlandığını belirterek şunları ilâve eder: Şehirli aileler, toprak ve köleciliğe yatırımdan elde edilen servetle güçlü bir konuma sahiptiler. Resmi ve hukuki bir müeyyidesi olmamakla beraber “prensler ve memurları”, aristokrasinin gücünü hesaba katmak zorundaydılar.
Yine de Mekke’de, yalnızca, soylu Kureyş ailelerinin askeri ve siyasi açıdan önemli olduğunu; loncalar yönetiminin ancak 9. yüzyılda ortaya çıktığını ve şehirli ailelerin, esirler topluluğu sayesinde sağladıkları kâr paylarıyla güçlerini koruduklarını hatırlatarak Mekke’nin tam bir şehirli karakteri sergilemediğine dair
olumsuz tavrını açığa çıkarır.
Ancak, onun yukarıda zikrettiğimiz şehir kriterleri açısından Mekke’ye baktığımızda, ticari hayatı, güvenli stratejik konumu, geleneksel bir idare ve yönetim şekli bakımından Mekke’nin, kendi döneminin küçük bir şehri olduğu söylenebilir.
Mekke’nin içerisinde meydana gelen toplumsal olayların niteliğine bakarak da bir yargıya varabiliriz: Her şeyden önce Mekke, büyük bir Din’in ve yüksek düzeyde bir deha olduğunu hemen hemen tüm dünyanın kabul ettiği büyük bir Peygamber’in doğduğu ve doktrinlerinin insanlığın evrensel aklına arzedildiği bir yerdir*. Yeni bir kutsal kitabın Peygamber aracılığıyla insanlara öğretilmesi, orada, entellektüel bir faaliyetin varlığını akla getirmektedir. Kır ve köy hayatının kendine göre önemli avantajları olmakla birlikte entellektüel aktiviteler için uygun olmadığı Kur’an ve hadisin muhtevasında açıkça görülmektedir. Bu iki kaynağın, nezaketten yoksun kaba bedevi davranış biçimine ve aklî tefekkürü geliştirmeye müsait
olmayan hantal yapısına olumsuz değer atfettiği söylenebilir. Kur’an’da
bedevilerin dinî düşünceyi kolaylıkla kabullenemeyecekleri şöyle vurgulanır: “Bedeviler hakkı tanımaktan kaçınmada ve ikiyüzlü davranışlarında (yerleşik insanlardan) daha ısrarlıdırlar; ve Allah’ın elçisine indirdiği öğretinin sınırlarını görmezden gelmek, (başkalarına göre) onlardan daha çok beklenen bir haldir”. (* İbn Haldun, köylülerin, dini düşünceden ziyade büyüye eğilimli olduğunu söyleyen Weber’in aksine,fıtraten bozulmamış olmaları nedeniyle bedevilerin hayra daha yakın olduklarını; hadarilerin ise,çeşit çeşit haz ve zevklerle, refahın getirdiği âdet ve itiyatlarla, dünyaya ve maddi menfaatlarına yönelerek, dünyevi şehvetleri ve arzuları üzerinde ısrarla durduklarından birçok huy ve kötülükle
nefslerinin kirlendiğini belirtir. Ancak, İbn Haldun’un tahlili, dinin ilk doğduğu dönemlere ait olmayıp, daha sonraki dönemlerde yaşanmasıyla ilgilidir. Kuşkusuz, dinlerin ilk önce şehirlerde doğduğu ve oralarda yaşanmaya başladığı konusunda onun herhangi bir itirazı yoktur.)
Ama “Bedeviler arasında da “Allah’a ve ahiret gününe inanan, infak ettiklerini, kendilerini Allah’a yaklaştıran ve Elçi’nin dualarında anılmalarını sağlayan vasileler olarak görenler de vardır” kuşkusuz.
Ne var ki sertlik, kabalık, aklî melekeye yeterince başvurmama bedeviliğin hakim özelliğidir.
İlk âyetten de anlaşıldığı üzere, göçebe hayat tarzına ve bu hayatın yoğurduğu sert, esneklikten yoksun bir mizaca sahip olan bedeviler, günübirlik kabilevi ilgi ve maslahatlarıyla doğrudan bağlantılı görünmeyen ahlâki emir ve müeyyidelere ayak uydurmayı yerleşik insanlara göre daha zor başarabilmektedirler. Bu zorluk, onların yüksek kültürlerin doğduğu, geliştiği merkezlere olan fiziki mesafelerinin uzaklığıyla daha da artmakta ve buna bağlı olarak da bedeviler dini öğretilere karşı nispeten daha kapalı, daha kavrayışsız kalmaktadır.
Rasulullah (s.a.v); “Köylerde/mezralarda (kefûr) kalmayın. Çünkü oralarda iskan etmek, kabirde iskan etmek gibidir” demek suretiyle yerleşik hayat tarzının göçebe hayat tarzına olan üstünlüğünü vurgulamıştır.
Modern sosyoloji de zihnî faaliyetlerin kentli bireyin ayrılmaz bir parçasını oluşturduğunu ve kent ortamının “zekâ için münbit bir toprak” olduğunu belirtir. Şüphesiz, bütünüyle entellektüel bir aktivite olarak değerlendirilmesi mümkün olan dinî düşünce, ancak kentlerde uygun ortam bulabilir. Zira soyut düşüncenin beslenip gelişebildiği yer, çoğunlukla kent hayatıdır. Weber’e göre de köylüler, din yerine, genellikle, büyüsel güçlere inanma eğilimindedirler. Mutasavvıf Mevlâna ise şehirlileri daha zeki insanlar olarak nitelendirerek “köy hayatının insan aklı için bir mezar olduğunu” söyler. Mevlâna’nın köy hayatına ait olumsuz düşüncesi, büyük ölçüde, bu konuyla ilgili hadislerden etkilenmiştir. Mesnevî’de geçen aşağıdaki mısralar bunu akla getirmektedir:
“Köye gitme. Köy adamı ahmak bir hale sokar. Aklı nursuz, fersiz bir hale getirir.
Ey seçilmiş temiz adam, Peygamber’in sözünü dinle. Köyde yurt tutmak, aklın mezarıdır. Köyde sabah, akşam bir gün kalan kişiden tam bir ay onun ahmaklığı gitmez. Köyde bir ay kalan kişi, nice zaman bilgisiz ve kör kalır”.(Mevlâna
buna mukabil; “Toy vermek, yoksul doyurmak da köylülere verilmiştir. Tanrı, garibe ziyafet çekmeyi köylülere vermiştir” diyerek geleneksel değerler sistemini en güzel bir şekilde sürdüren köylülerin cömertliğine dikkat çekmiştir.)
Tabii ki, Mekke’de bedevi nitelikli davranış biçimleri de görülebilmekteydi. Hadarileşmiş bir toplumun, uzun yıllar geçse de coğrafi ve kültürel şartlar itibariyle bedevi özellikler gösterebileceğini kabul etmek durumundayız.
Çünkü, İbn Haldun’a göre, hadari hayatın kökü, kaynağı ve çekirdeği bedevi hayattır.
Yeryüzünde ilk olarak bedevi hayat vardı.
Hadari hayat, bedevi hayatın aşamalı gelişiminden meydána gelmiştir. Fakat bedevi
hayat, hadariye dönüşümünden sonra bütünüyle ortadan kalkmaz. Aksine varlığını muhafaza ederek hadari hayatla yanyana yaşar ve bu suretle iki farklı sosyal hayat tarzı bir diğerini besler. Öyleyse, Mekke’de-kurumsallaşmış devlet geleneğinin bulunmaması türünden- bedevilik kalıntılarının görülmesi, o zamanki sosyo-kültürel ve politik şartların sonucu olağan bir durumdur. Üstelik, İbn Haldun’a göre, şehirlerde bir hükümdarın bulunuşu, hadari bir yaşamın zorunlu sonucu değildir.
Bir diğer ifadeyle herhangi bir hükümdar olmaksızın da hadari yaşam söz konusu olabilir.
Mekkede’ki kabilevi demokrasi anlayışı ve senato üyelerinin şura merkezi olarak kullandıkları Darunnedve bunun göstergesidir.
Orada bedevilere ait bir kısım tutum ve davranışların halâ varlığını sürdürdüğü bilinen bir konu olmakla birlikte yaşanılan hayatın, bâdiyedeki göçebelere göre bütünüyle şehirli nitelik sergilediğini söyleyebiliriz.
Şüphesiz, Mekke’nin kenar mahallelerinde sırf bedevi yaşam tarzına sahip Arapların bulunması da doğaldır. Çünkü, badiyelerde geçici olarak ikamet eden şehirliler olabileceği gibi, şehirlerin banliyölerinde yaşayan bedeviler de bulunabilir.
İbn Haldun’un ilkel yaşamlarını anlattığı Mudar kabilesinin tam bir bedevi topluluk olduğu görülmektedir. Yemenliler’in hâkim olduğu bereketli topraklara bir türlü uzanamayan Mudarlılar akrep ve pislik böceği yiyen bedevi bir toplumdu. Onlar deve tüylerinin kanla karıştırılıp pişirilmesinden yapılan ve adına “ilhiz” denilen yemeği yedikleri için övünürlerdi.
Genel olarak Araplar, az bulunması sebebiyle tavuk yemeyi bilmezlerdi.
Elek kullanmadıkları için buğday ve arpa ununu kepeği ve kabuğu ile birlikte yerlerdi.
Ancak mudar sonrası şehirli Mekkelilerin, yerleşim biçimi açısından olduğu kadar edeb ve görgü kuralları bakımından da diğerlerinden farklı olduğu söylenebilir. Onlar, “mağaralarda, ormanlarda, sahrada ve çadırda, yurtlarda obalarda, köylerde ve daha küçük yerleşim merkezlerinde” oturmuyorlardı. Bu yüzden de bizzat kendileri, Kureyşli-bedevi ayırımını yapmaktaydılar.
‘Mekke’li’ ya da ‘Kureyş’li’ ile ‘bedevi’ ayırımının İslami dönemde de devam ettiği hem Kur’an hem de hadis metinlerinde belirgindir.
Genellikle kaba, sert, uygun olmayan davranış biçimlerine sahip olan bâdiyede yaşayanlara “bedevi” veya “a’rabi” denilmiştir. Varlıklı Kureyşliler yüzlerce köle ve cariyeleriyle birlikte, büyük ölçüde hedonist denebilecek bir şehirli ahlâkına sahiptiler. Oysa bedeviler, lüks tüketim maddelerini (kemaliyyat) kullanmak şöyle dursun, normal ihtiyaç maddelerine (haciyyat) bile ulaşmaksızın temel ihtiyaç maddeleriyle (daruriyyat) yetinen ilkel bir yaşam sürmekteydiler. Ancak temel ihtiyaç maddeleriyle varlıklarını sürdürebilen ve kanlı savaşlar da dahil her türlü
işini kendi imkânlarıyla gören bedevilerin aksine Kureyşliler, kendileri bizzat katılsalar bile, savaşlarda siyah köleleri ve öteki Arap kabilelerinden Mekke’ye müttefik olarak çektikleri, -bir bakıma, paralı askerlerden oluşan kimseleri de kullanmaktaydılar.
Ayrıca İslâm öncesi Mekke toplumunun, çok gelişmiş değilse bile vasat bir şehir hayatının olumlu ya da olumsuz kabul edilebilecek fenomenlerini de içerisinde barındırdığı ifade edilebilir. Sözgelimi Mekke’de, son dönemlerde başgösteren aşırı servet düşkünlüğü; kabile bağlarının ve mürüvvetin kaybolmaya başlamasıyla başgösteren bireysellik, kozmopolit bir kültürün tipik özelliği sayılan fuhuş sektörü vb. türden yaşam biçimleri, şehirlileşmenin getirdiği sosyal sorunlardandır.
Kur’an’ın, yetim
çocukların hakkına ihtimam gösterilmesine yönelik ısrarlı tavsiyeleri, bazı Kureyş müşriklerindeki mal ve servet düşkünlüğünün, kendi yakınlarının bile haklarına tecavüz edildiğinin bir göstergesidir. Oysa bunlar, aynı kandan geldiğine inanan bedeviler için çok çirkin sayılan işlerdi.
Öte yandan, sadece kendi kabile üyelerinin değil, toplumsal kaygı anlayışının bir ifadesi olarak ‘ötekiler’in de temel hak ve hürriyetlerini korumaya yönelik, modern anlamda sivil toplum örgütü sayılabilecek bir yapılanmanın
(hılful-fudul)
görüldüğü; toplumsal işbölümünün gerçekleştirildiği; okuma-yazma oranının çok düşüklüğüne karşın hitabet, kıssa ve şiir dinletisi türünden entellektüel faaliyetlerin yürütüldüğü, Muhammed Hamidullah’ın ifadesiyle, “yaklaşık ikibin yıllık”27 geçmişi olan ve tüccarların ikamet ettiği bir şehirdir Mekke...
Hz. Muhammed’in de 20 yaşında genç bir delikanlı iken aktif bir üyesi olarak katıldığı hılful-fudul (erdemliler andı) denilen sivil örgüt üyelerinin, kim olursa olsun; “denizlerde bir tüyü ıslatacak kadar su bulundukça, zalimlere karşı mazlumların yanında bulunma ve onlara destek olma” ya dair yeminleri şehirli bir kültürün göstergesi olarak algılanabilir. Ne var ki, böyle bir sözleşmenin, bedeviliğin temel zihniyetini yansıtan şu Arap şiirindeki; “İster zalim olsun ister
mazlum, kandaşın ve soydaşın olan kişinin yardımına ve savunmasına koş”29
anlayışıyla bağdaşması imkânsız görünse de aynı kandan gelen insanları koruyup kollamaya yönelik asabiye duygusunun Kureyşlilerde varlığını halâ sürdürdüğü bir gerçektir.
Şunu da belirtmek gerekir ki, sosyal realitelerin karmaşık yapıya sahip olmaları, genel ve değişmez nitelikteki tanımlamalara ulaşmayı çoğu defa güçleştirmektedir. Bu nedenle birer sosyal realite unsurları olarak bedevilik ve hadarilik çoğu defa izafi kavramlardır. Kureyşliler, bâdiyedeki göçebelere göre şehirli kimselerdi, ama o dönemin Yemen’i, Mısır’ı, Bizans’ı, İran’ı ölçüsünde hiçbir zaman hadari de değillerdi.
Halifeler ve sonraki dönemlerde, Medine’de iken Kureyşî nispetiyle ünvanlı bir
Müslüman, Kûfe ve Basra gibi daha büyük merkezlere gittiğinde artık bu ünvanını kullanmazdı30. İslami dönemde bile Mekke, adı geçen bölgelerin teknik uygarlık düzeyine ulaşmadı; sade görünümlü Kâbe’nin dışında, mısır’ın heykel, pramit ve sfenksleri, Bizans’ın görkemli kilise ve antik tiyatroları, İstanbul’un cami, su kemerleri, çeşmeleri vb. mimari şaheserlere hiçbir zaman sahip olmadı. Bedevilik kavramını izafi olarak kullanan İbn Haldun’a göre31 bunun sebebi, Arapların hadari umrandan ve bunun gerektirdiği şeylerden uzak kalmalarıdır.
Oysa, Arap olmayan (Çinli, Hindli, İranlı gibi) doğuluların ve Hıristiyan Avrupalıların, hadari umran ruhlarına işlediğinden ve bedevilik ile bedevi umrandan son derece uzak kaldıkları için mimari eserler ve sanat konusunda çok başarılı olmuşlardır.
Yine de herhangi bir toplumsal yapının farklı unsurlarını belirlemenin ya da bunları birbirinden bağımsız tanımlamanın çok güç olduğunu unutmamak gerekir. Zaten halihazırda tartıştığımız konunun rengide halâ tam olarak netleşmiş değil. Grilikten kurtulup, bütünüyle, ak ya da kara hale gelmesi de çok zor.
Zira, Kureyş toplumu şehirli birçok nitelik göstermekle birlikte, biraz önce de söylediğimiz gibi zaman zaman bedevilik belirtileri gösterebilmektedir. Kuşkusuz bunu, sosyal bilimcilerin çok sık başvurduğu ‘sosyal bilimlerde hiçbir zaman kesinlik yoktur’ şeklindeki klasik yaklaşımla izah edebiliriz. Ancak, “Artık ak-kara görünümünde olan geleneksel modern ayırımı ortadan kalkıyor. Geleceğin sosyolojisi, klasik sosyolojinin ikili sınıflamalarına karşı çıkıyor. Saflığın yerini melezlik kavramı alıyor” diyen çağdaş sosyolojinin32 bakışaçısı bize daha güvenli bir yaklaşım sunmaktadır.
Bununla birlikte, biraz önce sözünü ettiğimiz “melez” kavramının sosyolojik anlamı, toplumun şehirli niteliğiyle yakından ilgilidir.
Kökeni Arapça ‘meles’ olan ‘melez’ (İng. hybrid), sözlükte şu anlamlara gelmektedir: “
1. Değişik türden hayvan veya bitkiden üremiş (hayvan veya bitki), kırma, azma, metis, katışık.
2. Değişik ırkta ana-babadan doğmuş olan (kimse)”. ‘Melezleme’ ise, yeni bir tür için “iki ayrı türü çiftleştirip birleştirmektir” Melezleşmenin bir anlamı da “yabancılaşmak”tır.
(“Bunun için Arapların (ana) vatanlarının ve İslâm döneminde istilâ ettikleri yerlerin umumi olarak sanatlar bakımından geri olduklarını görmekteyiz. Hatta sanatlar (ve sanat ürünleri) buraya diğer mıntıkalardan ithal edilmektedir.
Şimdi bir Arap olmayan Çin, Hind, Türk ve Hıristiyan milletlerin topraklarına bakınız; onlar arasında nekadar çok sanat bulunmakta ve başka milletler bunları ne kadar çok onlardan ithal etmekte”.)
Melezleşme, iki kültürden baskın olanın diğerini erittiği bir “asimilasyon” değil elbette. Kavram, tek tipleşmeyi akla getiren asimilasyondan farklı olarak heterojen bir yapıyı canlandırmaktadır. Farklı unsurların bir araya gelerek yaşamaları, mütecanis kırsal kesimin sahip olmadığı bir yaşam biçimidir. Heterojenliğe bağlı olarak insanların yabancılaşma ve anomi eğilimi taşımaları bütünüyle bir şehirleşme belirtisidir.
İbn Haldun nokta-i nazarından da hadarileşme, başlangıcı bedevilik olan bir süreçtir. Bu süreç içersinde, başlangıçtan beri bünyesinde ve birarada yan yana bulundurduğu karakterleri, az ya da çok, tebarüz ettirmesi olağandır. Nitekim, yukarıda bedevilik karakterine örnek olarak verdiğimiz, “ister zalim, ister mazlum olsun, kandaş ve soydaş olanın herhalûkârda yardımına koşma”yı zorunlu kılan asabiye anlayışının, Hz. Peygamber’den yaklaşık beş nesil öncesinde “mutayyabun” ve “ahlaf” hadisesiyle ortadan kalkmadığı bir gerçektir.
Bu nedenle, Mekke’de genel bir hadarileşme içerisinde bazı bedevilik bilinç ve alışkanlıklarının devam ettiğini de kabul etmek durumundayız. Son tahlilde Mekkeliler’in bedeviliği kabul edilse bile bu, Mekke’nin şehir olma özelliğini ortadan kaldırmaz. Zira, yukarıda anlatıldığı üzere, toplumlar şehirlerde yaşadıkları halde bedevi alışkanlık ve kültürlerini sürdürebilirler.
İbn Haldun’un Mekke’deki bedevi anlayışa vurgu yapması, onun şehirli niteliğini değiştirmez. O, “bedeviliği”, tıpkı Tönnies’in “cemaati” (community) gibi canlı bir sosyal dayanışma ruhuna sahip toplum biçimi olarak görür ve ondan övgüyle bahseder. Yaşanılan hayat şartlarını müştereken paylaşan tüm “cemaat” tipi toplumlar gibi
bedevilik, sadece kırsal toplumlara ait bir yaşam türü olmayıp şehirlerde de varlığını sürdürebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder